NE ARARSAN BURADA
  ÖMER SEYFETTİN
 

"Ben Gönen'de doğdum"


HAKKINDA
 Ömer Seyfettin ( 1884- 1920) Türk yazar, asker ve öğretmen. Türk öykücülüğünün kurucu ismidir. Ayrıca edebiyatta Milliyetçi akımın kurucularındandır, Türkçede sadeleşmenin savunucusudur. Kısa ömrüne çok sayıda eser sığdırmıştır. En tanınan eseri " Kaşağı" isimli öyküsüdür.

HAYATI

KAŞAĞI

 

Ø      Özet

Ø      Annesi, İstanbul’a gittiği için kendisinden bir yaş küçük olan kardeşi Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmaz. Bu, babasının seyisi, yaşlı bir adamdır. En sevdikleri şey atlardır. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, onlar için çok zevklidir. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşlarına gider. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerinde duramaz, bunu gören küçük çocuk ben de yapacağım! diye tutturur.

Ø       

Ø      O vakit Dadaruh, onu Tosun’un sırtına koyar, eline kaşağıyı verir,

Ø      - Hadi yap! Der.

Ø      Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdı.

Ø      Her sabah ahıra gelir gelmez,

Ø       - Dadaruh, tımarı ben yapacağım, der.Ama adam izin vermez ancak boyu at kadar olunca yapabileceğini söyler.Boyu atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt..” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı.Bir gün yalnız başına kalır. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyanır. Kaşağıyı arar, bulamaz. Annesinin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen alıp, Tosun’un yanına koşar, karnına sürtmek ister fakat rahat durmaz.

Ø      - Sanırım acıtıyor? Diye düşünür.

Ø       Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine bakar. Çok keskin, çok sivridir. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başlar. Dişleri bozulunca yeniden dener. Gene atların hiçbiri durmaz ve kızar. Öfkesini sanki kaşağıdan çıkarmak ister. On adım ilerdeki çeşmeye koşar. Kaşağıyı yalağın taşına koyup yerden kaldırabildiği en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başlar.

Ø       İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezip, parçalar. Sonra yalağın içine atar. Babası çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı görür; Dadaruh’a yanına çağırınca çok korkar. Dadaruh şaşırır, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babası bunu kimin yaptığını sorar.Dadaruh,

Ø        

Ø      - Bilmiyorum, der.

Ø      Babasının gözleri ona döner, daha bir şey sormadan, çocuk kaşağıyı kardeşi Hasan’ın kırdığını söyler. “Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi” der.

Ø      Babası Hasan’I çağırır.

Ø      -Bu kaşağıyı niye kırdın?diye sorar.

Ø      Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktıp, sarı saçlı başını sarsarak,

Ø      - Ben kırmadım, der.

Ø      - Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, der babası. Hasan inkârda direnir. Baba öfkelenir. Üzerine yürür “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirir.

Ø       - Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırır.

Ø      Artık ahırda hep yalnız oynar. Hasan eve hapsedilir. Annesi geldikten sonra da bağışlanmaz.Annesi onun iftira atabileceğine hiç ihtimal vermez.

Ø      Ertesi yıl anne, yazın gene İstanbul’a gider.Hasan’a ahır hâlâ yasaktır. Bir gün birdenbire hastalandı. Doktor “Kuşpalazı” der. Babası yatağın başucundan hiç ayrılmaz. Hizmetçi kardeşinin öleceğini söyler ve çocuk ağlamaya başlar. Gece uyuyamaz, uykuya dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözünün önüne gelir “İftiracı! İftiracı!” diye karşısında ağlar. Pervin’i uyandırır. Hasan’ın yanına gitmek istediğini ve babasına bir şey söylemek istediğini söyler.Yarın söylersin, der.Sabaha kadar gene gözlerini kapayamaz. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırır. Ama zavallı suçsuz kardeşi, o gece ölmüştür.

FALAKA

l      Her sabah Çarşı Camii'nin arkasındaki harap zaptiye ahırlarının önünden, bir serçe sürüsü gibi cıvıldayarak geçerdik. Mektep biraz daha ileride, alçak duvarlı, oldukça geniş bir avlunun ortasında idi. Tek kattı, etrafında yükselen büyük kestane ağaçlarının birbirine karışmış koyu gölgeleri, bütün çatısını kaplardı. Biz daha avlunun kapısından girmeden Hoca Efendi'nin bulunup bulunmadığını, şöyle bir bakar, anlardık:

l      "Abdurrahman Çelebi gelmiş mi be?"

l      "Gelmiş, gelmiş..."

l      Abdurrahman Çelebi, Hoca Efendi'nin ihtiyar eşeğiydi. Siyah, huysuz, inatçı bir hayvan... Her sabah bizim gibi erkenden mektebe gelir, akşama kadar kalır; evlerimizden nöbetle getirdiğimiz kucak kucak otları, yazsa ağaçların, kışsa sol taraftaki abdestlik sundurması altında yavaş yavaş yerdi. Ona su vermek, onu tımar etmek mektepte bir imtiyazdı. Hoca Efendi'ye kim yaranırsa bu mükafatı kazanırdı. Mektebin kapısına dar, taş bir merdivenle çıkılırdı. İçeri girilince ta karşıya Hoca Efendi'nin rahlesi gelirdi. Rahlenin önünde top yavrusu, müthiş, tuhaf bir tüfek gibi, siyah kayışlı, ağır falaka asılı dururdu. Hepimiz kırk çocuktuk. Kızları birkaç ay evvel bizden ayırarak başka yere kaldırmışlardı. Sınıf taksimi filan yoktu. Elifbe'yi, Amme'yi her şeyi bir ağızdan okuyor, rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilâhi söylüyorduk. Bütün derslerimiz yeknesak umumi bir bestenin, mânâlarını asla anlamadığımız güfteleriydi.

l      Hoca Efendi, ak sakallı, uzun boylu, bağırtkan bir ihtiyardı. Yaz, kış, daima cübbesiz, abdest almaya hazırlanmış gibi kolları paçaları çıplak, sıvalı, yerinde otururdu. Öğleden sonra Çarşı Camii'ni süpürmeye gidip hiç gelmeyen kalfa daha gençti. Müezzinlik de yapıyordu. Bize şeker, leblebi, keçiboynuzu, hünnap, iğde vesaire satardı.

l       Gönen'den geldiğimiz günden beri bu mektebe devam ediyordum. Ama dersten mersten hiç haberim yoktu. Bir ağızdan okumaya başladık mı, ne olursa olsun, ben de karışır, bağırmaya başlardım. En birinci zevkim falaka tutmak!.. Fakat bir gün Hakim Efendi ile setre pantolonlu, gülmez suratlı biri geldi.

l      "Kaymakam Bey! Kaymakam Bey!" dediler.

l      Sakalsız, esmer, uzun boylu, aksi bir adam. Kapıdan girer girmez Hoca Efendi'nin işareti üzerine hepimiz ayağa kalktık. Birisini çağırıyormuş gibi elini, başını sallayarak bizi oturttu. Hepimizi ayrı ayrı gözden geçirdi. Birkaçımızı okutmak istedi. Halbuki biz tek ağızla, ahenksiz okuyamazdık. Yüzünü buruşturdu. Yere bakarak başını salladı. Sonra gözlerini Hoca Efendi'nin başında asılı duran falakaya dikti. Baktı, baktı... Ömründe ilk defa bir falaka görüyormuş gibi dikkatle baktı. Döndü, selam vermeden çıkarken;

l      "Biraz dışarı gelir misiniz, Hoca Efendi?" dedi.

l      Hoca Efendi titreyerek dîvan duruyor gibi kollarını önüne kavuşturarak yürüdü. Hakim Efendi ile kaymakamın arkasından bahçeye çıktı. Dışarda ne konuştuklarını bilmiyorduk. Ama falaka ertesi gün yerinde yoktu.

l      "Falaka yasak olmuş..." diyorlardı. Sözde kaymakam bey yasak etmiş!..

l      Dayak korkusu kalkınca, biz, kırk çocuk, öyle azdık, öyle kudurduk ki... Ne yaptığımızı bilmiyor, artık hocayı hiç dinlemiyor, yüzüne leblebi atıyor, minderine iğne koyuyor, pabuçlarını saklayıp onu saatlerce arattırıyor, yalvartıyorduk. Dayaksız bizi okutamayacağını anlayan Hoca Efendi, nihayet yine bir gün falakayı çıkardı. Ama başucuna asmadı, oturduğu minderin arkasına sakladı. Ama şimdi kim kabahat işlerse eskisinden fena dövüyordu.

l       

l      İyice hatırlıyorum; kırk çocuk, hepimiz müttefik. Aramızdan müzevir çıkmıyor, Hoca Efendi'ye karşı tek bir vücut gibi hareket ediyorduk. Bir gün bahçede sözbirliği ettik. İçerde hepimiz birden esnemeye başladık. Hoca Efendi de esnemeye başladı. Zavallı ihtiyar uyuyuverdi. O zaman kalktık, rahlenin üzerindeki enfiye kutusunu aldık, hepimiz çektik. Bütün mektebin içinde bir hapşırmadır gitti... Hoca Efendi gürültüden uyanınca işi anladı. Enfiyesini kimin çaldığını sordu. Bir ağızdan ahenkle,

l      "Bilmiyoruz, bilmiyoruz!" dedik.

l      "Hepinizi falakaya çekeceğim."

l      "Bilmiyoruz, bilmiyoruz!"

l      "Kimse söylemeyecek mi?"

l      "Bilmiyoruz ki, bilmiyoruz ki..."

l      "Bilmiyor musunuz, pekâlâ! Necip, git camiden kalfayı çağır, çabuk."

l      Beş dakika sonra kalfa geldi. Korkunç bir sahne başladı. Sopayı biri bırakıp biri alıyordu. Nöbetleşe falaka tutuyorduk. Hepimizi sıra dayağına çektiler. Bu günden sonra Hoca Efendi esneme ile hapşırmayı en büyük kabahat sayıyordu. Hele hapşırmak...Kazara, kendiliğinden hapşıranı, "Benimle eğleniyor musunuz?" diye yere yıkıyor, bayıltıncaya kadar dövüyordu. Aksi gibi, benim hiç durmadan esneyeceğim geliyor, hapşırmak istiyordum. Birkaç defa bunun için dayak yedim. Hoca Efendi dayağı bitirince bütün kuvvetiyle rahlesine vuruyor:

l      "Kim hapşırırsa, şart olsun ki öldürünceye kadar döveceğim! diye haykırıyordu.

l      "Şart olsun, kim hapşırırsa..."

l      "Şart olsun!" Bu nasıl yemindi? Evde anneme sordum. Başını salladı. Gözlerini açtı:

l      "Çok büyük yemin!" dedi.

l      "Yalan yere bu yemini eden çarpılır mı?"

l      "Hayır."

l      "Ya ne olur?"

l      "Daha fena."

l      "Nasıl?"

l      "Karısı boş düşer."

l      İyice anlamadım. Ama bu yeminin dehşetini mektepte çocuklara etrafıyla söyledim. Artık hep, evli adamlar gibi, yalan-doğru, biz de "Şart olsun!" yeminine başladık. "Vallahi, billahi!" unutuldu. Hoca Efendi de her sabah rahlesine çökerken hiç unutmuyor: "Kim hapşırırsa, şart olsun, öldürürüm!" diye tekrarlıyordu.

l       

l      Bir gün öğle paydosundan sonra içeri girdik. Her vakitki gibi derin bir uğultu... Ben baktım, Hoca Efendi dalmış uyuyor! Hemen ayağa kalktım. Çocuklara, işaret parmağımı dudaklarıma götürerek, "Susunuz!" işaretini verdim. Ses seda kesildi. Hepsi ne yapacağıma bakıyordu. Gözüme rahlenin üzerinde, kapağı açık duran bir tabaka kadar büyük enfiye kutusu ilişmişti. Yürüdüm, ayaklarımın ucuna basarak yaklaştım, kutuyu aldım. İçindeki enfiyeleri cüzümün arasına boşalttım. Kutuyu yine açık olarak yerine bıraktım. Çocuklar çekmek için etrafıma toplandılar

l      Hayır, biz çekmeyeceğiz" dedim. "Sonra hapşırırız. Uyanır."

l      "Ya sen ne yapacaksın?"

l      "Görürsünüz..."

l      "Ne yapacaksın, ne yapacaksın?"

l      "Söylemem diyorum. Çok güleceğiz."

l      Öyle bir şeytanlık kurmuştum ki, daha yapmadan, gülüyor, katılıyordum. Çocuklar da bana bakarak gülüyorlardı. Gülüşme gürültüsüne Hoca Efendi uyandı. Hemen kutuya baktı. İçinde enfiye yok... Hiddetlendi:

l      Kim aldıysa söylesin, şart olsun gebertirim."

l      Hep bir ağızdan, ahenkle,

l      "Şart olsun, haberimiz yok!" dedik.

l      "Kim aldı? Söyleyiniz."

l      "Bilmiyoruz, bilmiyoruz!"

l      "Pekâlâ, ben size gösteririm. Şimdi hapşırınca alan meydana çıkar. Şart olsun, onu falakaya yıkacağım. Gebertinceye kadar döveceğim."

l      Kazara hapşıracağız diye hepimizin ödü kopuyordu.

l      "Şart olsun... Ah bugün biriniz hapşırırsa...Şart olsun, geberteceğim..."

l      "Ah şart olsun, biriniz hapşırırsa..."

 

l      Hoca Efendi'nin öfkesi bir türlü geçmiyordu. Ben rahlenin altında, cüzümden kopardığım iki yaprağı boru gibi büküyor, enfiyeleri içine dolduruyordum.

l      Akşam yaklaştı. Hoca Efendi kollarını indirdi. Çoraplarını, mestini giydi. Cübbesini omuzuna aldı. Hep bir ağızdan, kerrat cetvelinin tegannîsinden sonra ilâhiye başladık. Ben nihayete doğru yanımdaki çocuğu dürterek kalktım. O da kalktı. Ellerimizi kaldırdık. Hoca Efendi bağırdı:

l      "Ne var?"

l      "Abdurrahman Çelebi'yi hazırlayalım mı?"

l      "Haydi, pekâlâ, çabuk!"

l      Kapıdan çıktık. Her akşam Hoca Efendi'nin izin verdiği iki çocuk önden çıkar, eşeğin yularını, semerini vururdu. Taş merdiveni koşarak indik. Abdurrahman Çelebi, yiyemediği otların üstüne uzanmış yatıyordu. Tekmeleyerek kaldırdık. Yularını, semerini vurduk. Artık ilâhi sesleri kesilmişti. Ben cüzdanımdan içi enfiye dolu kâğıt boruları çıkardım. Yavaşça eğildim. Abdurrahman Çelebi daha bir şey anlamıyordu. Bu borulardan bir tanesini bütün kuvvetimle burnuna üfledim. Genzine bir tabanca sıkılmış gibi şaha kalktı, ikinci boruyu üfleyemedim. Yularından tuttum. Sıçrata sıçrata taş merdivenin önüne doğru götürdüm. Öteki çocuk yanımdan geliyor, gülmemek için eliyle ağzını tutuyordu. Hoca Efendi cübbesini giymiş, vakarla yavaş yavaş merdivenlerden iniyordu. Çocukların hepsi bir turna dizisi gibi arkasından iniyorlardı. Eşek şaha kalkıyordu.

l      "Ne olmuş bu hayvana?"

l      "Bilmem efendim, uyuyordu..."

l      "Gemini yanlış vurmuşsunuz."

l      "Hayır."

l      "Getirin bakayım."

l      Bütün çocuklar da bakıyordu. Eşeği taş basamağa yaklaştırdım. Tam bu esnada Abdurrahman Çelebi nezleye tutulmuş bir insan gibi, "Pişih, pişih..." diye başını sarstı, bütün çocuklar gülmeye başladı.

l      Hoca Efendi şaşırdı. Enfiyenin etkisini duymaya başlayan Abdurrahman Çelebi, habire hapşırıyordu. Ben sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi:

l      "Sizinle eğleniyor efendim," dedim.

l      "Halt etmişsin..."

l      Daha ziyade küstahlaştım:

l      "Bunu da falakaya yıkmalısınız."

l      "Ohayvan, o..."

l      Kahkahalarla katılan çocuklar:

l      "Falaka, falaka..." diye bağırıyorlardı. Ben onlardan cesaret aldım. Dedim ki:

l      "Hoca Efendi, bugün mektepte, 'Kim hapşırırsa şart olsun falakaya yıkacağım,' dediniz. Eğer Abdurrahman Çelebi'yi affederseniz karınız boş düşer."

l      Çocuklar ders gibi bir ağızdan ve ahenkle:

l      "Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!.." diye haykırışıyorlardı.

l      Hoca Efendi bir an şaşırdı. Bineceği zamanlar, "Oh benim Abdurrahman Çelebi, oh benim Abdurrahman Çelebi!" diye diye sevgiyle okşadığı eşeğine dehşetle baktı. Kapının yanından bir çocuk içeri koşmuş, falakayı, değneği çıkarmıştı. Abdurrahman Çelebi'cik düzensiz aralarla hapşırıyor, burnunu yere sürmek istiyordu.

l      Falaka, değnek, elden ele Hoca Efendi'nin önüne kadar geldi. Çocuklar gülmekten katılıyorlar,

l      Karınız boş düşer! Karınız boş düşer!.." diye bir ağızdan tekrarlıyorlardı. Çocuklara mı, eşeğe mi, neye kızdığını bilmeyen Hoca Efendi, gayr-i ihtiyâri,

l      "Yıkınız!" emrini verdi.

l      Belki yirmi çocuk Abdurrahman Çelebi'nin başına üşüştü. Uzun bir uğraşıdan sonra yere yatırdık. Arka ayaklarını falakaya taktık. Hoca Efendi sopayı eline aldı. Nallar gibi "tak tak" vurmaya başladı. Eşek debeleniyor, çocuklar bağırıyor, gülüyor, nâralar atıyorlardı. Müthiş bir gürültü... Ansızın arkadan bir çocuk;

l      "Kaymakam Bey!" diye bağırdı.

 

l      Hepimiz sustuk. Yüzümüzü avlu kapısına çevirdik; siyah setre pantolonlu, kırmızı fesli, ekşi suratlı bir adam... Sağında solunda birer zaptiye dimdik duruyordu.

l      "Ne oluyor, Hoca Efendi?" diye sordu.

l      Hoca Efendi fena halde şaşaladı. Önüne baktı. Değnek elinden düştü. Falakayı tutanlar bıraktılar. Kurtulan ürkmüş eşek çifte ata ata, kestane ağaçlarının altına kaçıyor, hem de avazı çıktığı kadar anırıyordu. Kaymakam avluya girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Mektebin önüne yaklaştı. Kaşları çatılmıştı. Hiddetle tekrar sordu:

l      "Ne yapıyordunuz?"

l      "Şey... Efendim..."

l      Hoca Efendi kekeliyordu.

l      "Ne?"

l      "Şart etmiştim."

l      "Ne demek?"

l      "Hapşıran için..."

l      "Ne hapşıranı?"

l      "Eşek hapşırdı."

l      "Eşek mi hapşırdı?"

l      "! ! !"

l      Çocuklar, hem hapşırıyor, hem gülüşüyorlardı. Kaymakam, vakarına dokunan bu arsızlığa hiddetlendi. Isıracak gibi dişlerini göstererek,

l      "Defolun bakayım oradan, terbiyesizler!" dedi.

l      Biz korktuk, hemen sustuk. Sonra şaşkın, perişan, yere bakan Hoca Efendi'ye döndü:

l      "Benimle birlikte geliniz."

l      Kaymakam önde, zaptiyelerle Hoca Efendi arkada, çıkıp gittiler.

l       

l      Bundan sonra mektepte ne falakayı gördük, ne de... Hoca Efendi'yi!..

l      Şimdi ben kimi hapşırırken görsem, pek küçükken yaptığım bu tuhaf muzipliği hatırla-Fim. Gülümserim. Yüreğimde belirsiz bir acı sızlar. Benim sebebime hocalıktan kovulan, ihtimal aç kalan bu ak sakallı, fakir ihtiyarın zavallı hayali karşıma dikilir. Zaman geçtikçe hafifleyecek yerde, daha ziyade ağırlaşan bir vicdan azabı duyarım.

l      Fakat...

l      Fakat, bunun gibi, hayattaki her gülünç şeyin altında görünmez bir facia yok mudur?

KAYNAKLAR

l      http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96mer_Seyfettin

l      http://www.edebiyatogretmeni.net/omer_seyfettin.htm

l      http://www.cnnturk.com/YASAM/DIGER/haber_detay.asp?PID=223&haberID=161525

l      http://www.bilgicik.com/yazi/kasagi-roman-ozeti-omer-seyfettin/

l      http://tr.wikisource.org/wiki/Falaka

 

  • 1884 yılında Gönen'de (Balıkesir) doğdu. Yüzbaşı Ömer Şevki Bey'le, Fatma Hanım'ın ikisi küçük yaşlarda ölen dört çocuğundan birisidir. Öğrenimine Gönen'de bir mahalle mektebinde başladı. Ömer Şevki Bey'in görevinin nakli dolayısıyla Gönen'den ayrılan aile İnebolu ve Ayancık'tan sonra İstanbul'a geldi.
  • Ömer Seyfettin, önce Mekteb-i Osmanî'ye, 1893 ders yılı başında da Askerî Baytar Rüştiyesi'ne kaydedildi. Bu okulu 1896'da tamamlayarak Edirne Askerî İdadîsi'ne devam etti. 1900'de İdadî'yi bitirerek İstanbul'a döndü. Burada Mekteb-i Harbiye-i Şahâne'ye başladı. 1903 yılında Makedonya'da çıkan karışıklık üzerine "Sınıf-ı müstacele" denilen bir hakla imtihansız mezun oldu.
  •  

             Ömer Seyfettin, mezuniyetten sonra piyade asteğmeni rütbesiyle, merkezi Selanik'te bulunan Üçüncü Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne bağlı Kuşadası Redif Taburu'na tayin edildi. 1906'da İzmir Jandarma Okulu'na öğretmen olarak atandı. Bu, Ömer Seyfettin için önemlidir; zira bu vesileyle İzmir'deki fikrî ve edebî faaliyetleri takip edecek ve bunlar içerisinde yer alan gençlerle tanışacaktır. Nitekim batı kültürünü tanıyan Baha Tevfik'ten Fransızca bilgisini artırmak için teşvik gördü; Necip Türkçü'den ise sade Türkçe ve millî bir dille yapılan millî edebiyat konusunda önemli fikirler aldı.

             Ömer Seyfettin Ocak 1909'da Selanik Üçüncü Ordu'da görevlendiridi. Selanik'te çıkmakta olan Hüsün ve Şiir dergisinin ismi Akil Koyuncu'nun istek ve ısrarı üzerine Genç Kalemler'e çevrildikten sonra 11 Nisan 1911'de Ömer Seyfettin'in Yeni Lisan isimli ilk başyazısı imzasız olarak yayımlandı.

    u    Genç Kalemler yazı heyetini oluşturanlar Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine dağılmak zorunda kaldı. Ömer Seyfettin yeniden orduya çağrıldı, Yanya Kuşatması'nda esir düştü. Nafliyon'da geçen 1 yıllık esareti sırasında sürekli okumuştu. "Mehdi", "Hürriyet Bayrakları" gibi hikâyelerini bu dönemde yazdı. Hikâyeleri Türk Yurdu'nda yayımlandı. Esareti süresince gerek okuyarak, gerekse yaşayarak yazarlık hayatı için önemli olacak tecrübeler kazandı.

    u    Ömer Seyfettin 1913'te esareti bitince İstanbul'a döndü. 23 Ocak 1913'te Enver Paşa'nın organize ettiği Babıali Baskını'na katıldı. Daha sonra askerlikten ayrıldı, yazarlık ve öğretmenlikle hayatını kazanmaya başladı. Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirildi ve burada Türkçü düşüncenin sözcülüğünü yapan yazılar yazdı. 1914 yılında Kabataş Sultanisi'nde öğretmenlik görevine başladı ve bu görevini ölümüne kadar sürdürdü.

     

    n      1915'te İttihat ve Terakki Fırkası ileri gelenlerinden Doktor Besim Ethem Bey'in kızı Calibe Hanım'la evlenmiştir. Bu evlilik Güner isimli bir kız çocuğuna rağmen bozulunca tekrar yalnızlığına döndü.

    n      1917'den ölüm tarihi olan 6 Mart 1920'ye kadar geçen zaman birçok acı ve sıkıntıya rağmen verimli bir hikâyecilik dönemini içine alır. Bu dönemde 10 kitap dolduran 125 hikaye yazdı. Hikâye ve makaleleri Yeni Mecmua, Şair, Donanma, Büyük Mecmua, Yeni Dünya, Diken, Türk Kadını gibi dergilerle Vakit, Zaman ve İfham gazetelerinde yayımlandı. Bir yandan öğretmenlik yapmayı sürdürdü.

    n      Hastalığı 25 Şubat 1920'de artınca yazar 4 Mart'ta hastahaneye kaldırıldı. 6 Mart 1920'de hayata gözlerini yumdu. Önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığı'na defnedilir. Daha sonra mezarı buradan yol geçeceği veya tramvay garajı yapılacağı gerekçesiyle 23 Ağustos 1939'da Zincirlikuyu Asri Mezarlığı'na nakledildi.

    En yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem, onun hayatını ve mizacını anlatan, en kuvvetli hikayelerinİ içeren Ömer Seyfettin ve Hayatı adlı bir kitap yazdı ve bu kitap 1935 yılında yayımlandı. Kısa bir süre sonra da bütün hikâyeleri bir kitap serisi halinde basılmıştır ve bu hikayeler günümüzde de sevilerek okunmaktadır.
    ESERLERİ

    u    ŞİİR:
    Ömer Seyfettin’in Şiirleri (1972, Fevziye Abdullah Tansel derlemesi)

    ROMAN:
    Ashâb-ı Kehfimiz (1918)
    Efruz Bey (1919)
    Yalnız Efe (1919, 1988) 
    HABER

    n      ÖYKÜ:
    Harem (1918)
    Yüksek Ökçeler (1922, 1988)
    Gizli Mabed (1923, 1988)
    Beyaz Lale (1938)
    Asilzâdeler (1938)
    İlk Düşen Ak (1938, 1980)
    Mahçupluk İmtihanı (1938, 1982 bir oyun da içerir)
    Dalga (1943, 1952)
    Nokta (1956)
    Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1958)

    İNCELEME:
    Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset (1912)
    Yarınki Turan Devleti (1914)
    Türklük Mefkuresi (1914)
    Türklük Ülküsü (ilk 3 kitap birarada ölümünden sonra, 1975)    

     

     

    n      Öykücü Ömer Seyfettin, 1920 yılında İstanbul'daki Haydarpaşa Hastanesi'nde hayata veda etti.

    Çağdaş Türk öykücülüğü ve Milli Edebiyat akımının kurucularından Ömer Seyfettin, 12 mart 1884'te Gönen'de doğdu. Kafkas göçmenlerinden yüzbaşı Ömer Şevki Bey'in oğluydu.
     
    Öğrenimine Gönen'de başladı. Babasının görevi nedeniyle sürekli yer değiştirmemeleri için annesiyle bilikte İstanbul'a gönderildi. 1892'de Aksaray'daki Mekteb-i Osmaniye'ye yazdırıldı. 1896'da Baytar Rüşdiyesi'ni bitirdi.

     

    Edirne Askeri İdadisi'nden sonra İstanbul'da Mekteb-i Harbiye'den mezun oldu, teğmen rütbesiyle orduya katıldı. İzmir Zabitan ve Efrat Mektebi'nde öğretmenlik yaptı. 1908'de Selanik Üçüncü Ordu'da görevlendirildi, 1911'de ordudan ayrıldı.
     
    Balkan Savaşı çıkınca tekrar askere alındı. Sırp ve Yunan cephelerinde savaştı. Yanya Kalesi'nin savunması sırasında Yunanlara esir düştü. Bir yıl süren tutsaklıktan sonra İstanbul'a döndü.
     
    Kısa süre 'Türk Sözü' dergisinin başyazarlığını yaptı. 1914'te Kabataş Lisesi'ne edebiyat öğretmeni atandı. Ölümüne dek bu görevi sürdürdü. Yazmaya Edirne'deki öğrenciliği sırasında başladı.
     
    İlk şiiri 'Hiss-i Müncemid', Ömer imzasıyla 1900'de 'Mecmua-i Edebiye'de yayımlandı. İlk öyküsü 'İhtiyarın Tenezzühü' 1902'de 'Sabah' gazetesinde yer aldı.

     

    İzmir ve Makedonya'da görevliyken yazdığı şiir, öykü ve makaleler çeşitli dergilerde çıktı. Askerliğe ara verdiği dönemde ise yazıları 'Rumeli' gazetesi ve dergilerde yayımlandı.
     
    Selanik'te yayınlanan 'Genç Kalemler' dergisindeki yazılarıyla ünlendi. Derginin ikinci dizisinin ilk sayısında nisan 1911'de yayınlanan 'Yeni Lisan' başlıklı yazısı Milli Edebiyat akımının başlangıç bildirgesi oldu.
     
    Yazılarında, yalın, halkın konuştuğu ve anladığı bir dil kullanmak gerektiğini savundu. Türkçenin kendi kurallarına uygun yazılmasını, Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını istedi.

     

    n      Milli Edebiyat akımının öncülüğünü Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem'le birlikte sürdürdü. Birinci Dünya Savaşı yıllarında 'Yeni Mecmua'da yayımlanan öyküleriyle ününü yaygınlaştırdı.
     
    Öykülerini kişisel deneyimlerine, tarihi olaylara ve geleneklere dayandırdı. Günlük konuşma dilini kullanması, öykülerine canlı ve etkileyici bir özellik verdi. Yergiye, polemiğe, komik durumlara ve toplumsal yorumlara değindi.
     
    Ölümünden sonra, 1926'da, öykülerini önce Ali Canip Yöntem derledi. Ardından Ahmet Halit Kitabevi 1936'da bir derleme yaptı. 1950'den sonra Şerif Hulusi, öykülerini yeniden gözden geçirip 10 cilt halinde yayımladı.
     
    Rafet Zaimler Yayınevi 1962'de 30 öykü daha ekleyerek 11 ciltlik bir külliyat halinde yayımladı. Son olarak Bilgi Yayınevi, 'Bütün Eserleri' adıyla tüm öykülerini 16 kitapta topladı.
     
    'Kahramanlar', 'Bomba', 'Yüksek Ökçeler', 'Yüzakı', 'Yalnız Efe', 'Falaka', 'Aşk Dalgası', 'Beyaz Lale', 'Gizli Mabet' bu dizideki öykü kitaplarından bir bölümüydü. İnceleme kitaplarında 'Tarhan', 'Ayın Sin' takma isimlerini kullandı.

     

 
 
  Bugün 7 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol